30 Kasım 2009 Pazartesi

Ya Türk demokrasi tablosunun fiyatı?

Yarın açılacak ‘Orijinal Mesaj’ başlıklı sergi, Şener Özmen (solda) ve Cengiz Tekin’in son dönem birlikte ürettiği video filmlerden ve bu filmlerle paslaşan fotoğraflardan oluşuyor.

Diyarbakır’dan Şener Özmen’in 2000’li yılların başından itibaren düzenli olarak küreselleşme eleştirisi yaptığını söyleyebiliriz. Ekonomik olanı siyasal olandan, siyasal olanı kültürel olandan ayırmanın mümkün olmadığı yeni milenyumun ilk yıllarından itibaren Özmen’in bu ayırt edemeyişi dert ettiği aşikar. Bunu yaparken de son derece öznel, içinden geçtiği ve kokusunu aldığı tüm toplumsal değişimleri anlatan, kendi deneyimlerini taşıyan, kendine mahsus bir dil kurduğunu da belirtmeliyiz. Bu bir kişilik dile, bir süre önce Cengiz Tekin de katıldı. İkilinin yarın Outlet sanat mekanında Cengiz Tekin’le açtığı ‘Orijinal Mesaj’ adlı sergide, bu dilin bu kez bir kolektif olarak çoğul konuştuğunu duyacağız. Ve nesi olduğunu bildiğimiz elin, iki adet olunca sesi olup olmadığına karar vereceğiz...


Seninle ilk söyleyişi 2001 yılında yapmıştım. Seninle yapılan ilk söyleşiydi. Onun böcekleri var, savaşçı mı savaşçı başlığı altında... (Rahmetli Memet Baydur’u bulmuştuk karşımızda) Aradan geçen zamanda böcekler ne durumda, evcil hayvanlara dönüştüler mi?
Ya evet, tuhaf zamanlardı, gerçi şimdikinden daha tuhaf sayılmazdı ya! O sıralar yapıp ettiklerime yönelik bir ilk tepkiydi rahmetli Memet Baydur’un sözleri, yani ben daha ağzımı açar açmaz, birileri susmamı istemişti. Onun sözleriyle “Bilinci Diyarbakır karpuzu gibi ikiye ayrılmış” bir sanatçıydım falan. Aşırı plastik sanat eğitimi yıllarında bana Radikal gazetesi okumamam gerektiğini her fırsatta dile getiren neo-Kemalist ve pür akademik bir çevre vardı, onlar Cumhuriyet’te buluyorlardı yansımalarını, benim ise yansıyacak veyahut yansıtacak bir tarafım kalmamıştı. Zira epeydir Diyarbakır’da yaşıyor ve hiçbir şey üretmiyordum ve artık Cumhuriyet’in beni durduk yere tahtaya kaldırmasını da istemiyordum. Gregor Samsa’nın bir sabah bunaltıcı düşlerden uyandığında kendini dev bir böceğe dönüşmüş olarak bulması, benim Diyarbakır’da her sabah bunaltıcı düşlerden uyanmamla aynı şey değildi. Evcilleştirme adına değil miydi tüm o cürümler? Bunu en son Ceylan Önkol olayında yaşadık, biliyorsunuz, o da evcil hayvanlarını otlatmaya çıkarmış, bir daha da geri dönmemişti.

Plastik-anlatı diye bir oluşumla başladın... Bu sanat tarihine göndermeler taşıyan anlatının kahramanı Abdülbaki Readymade’di. Abdülbaki durmuyor olabilir ama en son tespiti ne olabilir bugüne içinde yaşadığımız günlere ilişkin? O zaman Halil Altındere, Vahit Tuna ve Elif Çelebi bir mağarada mahsur kalıyorlardı. Bugün hangi sanatçılar yer alırdı hikayenin içinde?
Bugüne, içinde yaşadığımız günlere ilişkin son tespiti ne olabilirdi Abdülbaki Readymade’in? Tespitten çok, ‘Ben dememiş miydim?’ diyecekti ve ardından sosyal demokrasinin Türkiye rezaleti üzerine esaslı bir de konuşma yapacaktı müzelerin birinde... Bugün hangi sanatçılar yer alırdı? Bir şeylerin izdüşümüydü sanki o sıra seçilen isimler. Pazar da yoktu, pazarlık da, ama artık hikâye de yok sanatta. En son 9B’de görmüştük.

Güncel sanat hareketinin Sothebys’le, çağdaş Türk sanatı müzayedesiyle ziyadesiyle sona erdiğini avant-garde’ın satılana kadar avant-garde olduğunu düşünüyorum. Çağdaş sanat hiç olmadığı kadar çağdaş, diyorum. Bu hareketin 90’lardan beri gelişimi, dönüşümü, eleştirdiği neyse -piyasa ve onun değerleri- ona dönüştüğünü, ki bu çok normal diye düşünüyor musun benim gibi?
İyi düşünüyorsun derim. “Bu müzayede çok önemli, milli maç gibi esecek” diyordu Burhan Doğançay gülerek. Oktay Duran’ın gözlerinden okunuyormuş Doğançay’ı ne kadar desteklediği falan... Herkes fiyatların daha da yükselmesini umut ediyormuş, yükseldikçe çağdaş Türk resmi hak ettiği öneme biraz daha yaklaşacakmış, belki yakalayacakmış sonradan. Peki ya Türk demokrasisi tablosu? Ona yatırım yapacak kimseyi bulamıyorlar mı? Benim derdim buydu ve bence güncel sanat, gitmesi gerektiği yere gitti. Bırakın bir sosyal yapıyı veyahut ceberut bir düşünce alışkanlığını, bir küratörü bile dönüştüremediğini gördü zaman içinde. Vahşi kapitalizm söyleminden sonra, güler yüzlü sanat piyasası demeye başlar başlamaz, tüm inandırıcılığını yitirdi. Bu yüzdendir ki bana fazlasıyla komik geliyor göndermeler, herkes aynı sorunun peşinde, “Beni keşfedecek bir galerist veyahut koleksiyoner çıkacak mı?”
İçinde yaşadığın bölgenin değil aslında hepimizin sanatla olan imtihanımızı belgeledin bazı işlerinle. Supermuslim ve özellikle ‘Road to Tate Modern’... Tate Modern’e giden yol bir anlamda AB’ye giden yol, çağdaş sanata giden yol, Avrupa’ya, medeniyete giden yolların her biri. Bugün bu işin İstanbul Modern’in koleksiyonunda şu anda Berlin’de Martin Gropius-Bau müzesinde sergileniyor... İşlere koleksiyonlarda yer almak, seyahat etmek ne getirir? Sana ne getirdi?
Bu normal durum yaşam koşullarımı da değiştirmiyor. Hayatımın bir yarısı kıta Avrupası’nda da geçmiyor. Yazları burada, kışları şurada olmuyor, olamıyorum. İster miydim peki? Bunların önemsenmediği bir söylem tutturmak gerekiyor belki de. Sanat belirli bir zümrenin elinde, bu her yerde böyle ama.

Diyarbakır’a iş getirenler peki? Bu İstanbul-Diyarbakır trafiği çağdaş sanat açısından hep ama hep sorunlu değil mi? Getirilen her şey eninde sonunda götürülüyor gibi geliyor bana. Bir toplumsal sorumluluk projesi olarak sanat sergisi yapılamaz...
Getirecekler, getirsinler! Savaş getirdiler de ne oldu? Ancak sorun şu ki, bir yerlerde Vasıf’ın (Kortun) da dediği üzere, sömürge valileri gibi hareket ettiler. Çağdaş budur, modern de şudur diye gözlerine sokmaya çalıştılar tüm o ilerlemeci sanat abidelerini. ‘Diyarbakır’da bir ilk!’, yok ‘Mardin’de ilk güncel sanat sergisi’, ‘Kızıltepe güncel sanatla buluştu!’ gibi, beni çileden çıkaran bakış açıları hâlâ yürürlükte. İyi sergiler olmadı değil, adam gibi konuşmalar yapan sanatçılar olmadı değil, ancak dediğim gibi, buralar bir plato artık, her anlamda bir plato. Kamerasını kapan geldi, geliyor. Yakın köylerdeki bir kısım yeni güncel sanatçı da kendimizi daha ne kadar acındırabilirizin peşine düştü.

Geçtiğimiz günlerde Garajistanbul’da Namus Oyunları etkinliği çerçevesinde bir seri canlı söyleşiler yaptım. Handan Çağlayan’la mesela. Kürt kadın hareketi üzerine çalışan Kürt ve feminist bir siyaset bilimci... Kadınların DTP’deki etkinliğini konuştuk. 40 kişilik kadın kotasını uygulamaya gerek kalmıyor partide. Kürt kadın siyasetçiler son derece etkin. Lakin Kürt kadın sanatçılar nerede? Erkek ve Kürt bir sanatçı olarak ne dersin?
Bu sorunun muhatabı ben miyim, daha doğrusu ben doğru kişi miyim bilmiyorum. Siyaset sahnesindeki varlıkları kuşku götürmez, oldukça etkinler. Ancak sorunun her defasında namus üzerinden yansıtılmasına da alışamadım, bir tuhaflık hissediyorum bu argümanlarda. Sanırım bu biraz da projeksiyonla alakalı. Maskülen bir sanat ürettiğimizi sanmıyorum. Tam aksine, oldukça feminen bir noktadayız. Sadece biraz daha güven gerekiyor, bunu aştıklarında, biz erkek sanatçılardan çok daha anlamlı işler üreteceklerini adım gibi biliyorum. Yani ortada olmamaları, hatta hiç varlık göstermemeleri, ekmeğimize yağ sürmüyor. İlla ki Tracey Emin olun demiyorum, Rojin olun da... Ama ne olur biraz güven!

Dille uğraşmayı seven, bunu mesele eden biri olarak ‘Kürt açılımı’nı analiz eder misin? Bu açılım sırasında nasıl konuşuyoruz? En azından konuşuyor muyuz?
Açık bir biçimde ifade etmek gerekirse, adı her ne olursa olsun, proje ABD’nin yeni Ortadoğu şekillendirmesiyle fazlasıyla alakalı. İslâm üzerinden ABD karşıtlığı Araplar içinde gelişiyor, ABD bunun önünü alamayacağını biliyor, ancak yaslanacağı iki ulus var, biri Kürtler, diğeri de Türkler. 10-15 yıl içinde sınırlar, şimdi olduğundan daha farklı bir yöne kayabilir. Bekleyip görmek gerek.

Cengiz Tekin’le birlikte yaptığınız üretimleri bir kolektif gibi mi algılamalıyız?
Aynen, kolektif bir düşünüş ve eylem biçimin sonuçları bunlar. Cengiz Tekin’le epeydir ortak işler üretiyoruz, fotoğraftan ziyade video işleri. ‘The Original Message’ serisi sitüasyonistlere bir vefa borcuydu. Bu daha çok yerleşmesini istediğimiz bir kolektif üretim pratiğiyle alakalıydı, yanı sıra kendi kişisel işlerimizi de üretmeye devam ettik. Cengiz Tekin son derece akışkan bir sanatçı, onunla çalışmanın bana kattığı bir şeyler olduğuna inandığım, bunu gördüğüm için birlikteyiz. Yani adamda maske yok, neyse o işte. Sanatı da öyle, hayatı da. Bir kere son derece iyi işler çıkarıyor, ikincisi, kolektif pratiğe inanıyor.

Hiç yorum yok: