5 Ocak 2011 Çarşamba

Necla Rüzgar@Sabah




Fisun Yalçınkaya: Öncelikle serginin ismini sormak istiyorum. Basın bültenindeki açıklamada “Hasar Tespiti, mal ve mülke ilişkin bir zarar ziyan tespitinden çok, dünyada olma durumunda yitirdiklerimize ilişkin bir tespittir” diyorsunuz. Nedir yitirdiklerimiz? Nereye hangi coğrafyaya yönelik ve nasıl bir zararın izini süren bir tespit olacak bu?

Necla Rüzgar: Mala mülke ilişkin zarar ziyan kaybı unutulan bir şeydir. İnsanda pek iz bırakmaz. Ama insanın dünyadaki varoluşuna ilişkin bir engellenme hiçbir şekilde unutulmuyor. Zamanında yaşanmamış, engellenip bastırılmış olan her şey bana yitirilmiş gibi geliyor. Bugün sanırım bastırılmış olanın geri döndüğü bir dönemde yaşıyoruz. Engellenmiş olanın, engellenmeden önceki kabına sığmaz halinin geri dönüşü gibi de tanımlayabiliriz bunu. Bastırılmış olan nedir diye sorarsanız, bunlar bilinen şeyler aslında. Türkiye’de sol hareket bastırılmıştır, Alevilik bastırılmıştır, Sünni Müslümanlık bastırılmıştır, Kürtlerin kimlikleri bastırılmıştır. Bütün bunların yanında, bir de doğu batı medeniyetleri çatışmasından kaynaklanan bastırılmışlıklar var elbette ki.

Resimlerinizde oldukça öne çıkan bir figür kabaca söylersek başörtülü kadınlar. Eğer yanılıyorsam size göre nasıl? Siz onları nasıl tanımlıyorsunuz? Onları seçmenizin sebebi ne?

Öncelikle söylemek gerekirse, benim asıl meselem başörtülü kadınlar değil. Ben daha çok az önce söylediğim bastırılmış olanın geri dönüşüyle ilgileniyorum. Kuşkusuz başörtülü kadınlar da bu gerçekliğin bir parçası. Ama şunu belirtmem gerekir ki, ben çalışmaya başlarken belli bir ideolojik fikri görselleştirme niyetiyle yola çıkmıyorum. Fikir değil, aklıma takılıp kalan bir görüntü beni peşinden sürüklüyor. Kuşkusuz bu görüntüler, içinde yaşadığımız geniş anlamda dünyanın, dar anlamda ise kendi toplumumuzun ürettiği görsel kültürdür. Sanatçıların yaptığı şey bir görüntünün arkasını kazımaktır. Bir şeyin arkasını kazmaya başladığımızda ise eleştirel bir tutum kendiliğinden ortaya çıkar. Çünkü bir durumun, bir görüntünün arkasına “bakma” eylemi kendi içinde zaten eleştiriyi saklar. Dolayısıyla ben üretirken özellikle eleştirmek ya da tanımlamak için özel bir çaba içine girmiyorum. İçinde yaşadığım zamanın, maruz kaldığım görsel kültürün birikimiyle sorular soruyorum. Sorduğum sorular, yan yana getirdiğim imgeler ya da durumlardan ne çıktığını ancak izleyiciyle karşılaşınca anlayabiliyorum aslında.

Sizin resimlerinizdeki bu figürler kendilerine yakıştırılandan oldukça farklı davranışlar sergiliyorlar. Onları neden böyle göstermeyi tercih ediyorsunuz?

Sanat, insanların neyi kendilerine yakıştırıp yakıştırmadığıyla ilgilenmez ve böyle bir yaklaşım içinde var olamaz. Kaldı ki sanat zaten yapılmamış olanı yapmakla, yeni ilişkiler kurmakla kendini zamanının ötesine taşır. Bu nedenle de sanat alışılmış ideolojilerin dışına çıkarak düşünmeyi gerektirir. Sanatçıların yaratma eylemlerine de mevcut siyasal gerilimler içinden bakılmaması, o gerilimlerle tanımlanmaması gerektiğini düşünüyorum.

Resimlerin bir kısmı sanat tarihine göndermeler içeriyor. Silahlı bekçilerin arkasında yıkanan Hamam tablosu ya da İnci Küpeli Kız’ın arkasındaki yüz gibi. Bu iki tablodan ve serginin sanat tarihine ilişkin kısmından biraz bahseder misiniz?

Sanat tarihi sanıyorum hiç bitmeyecek bir hesaplaşma alanı. Bugün ne yaparsak yapalım referansları yakın ya da uzak tarihten bir sanatçıya, bir yapıta dokunuyor. Kabullenip hayran olmak ya da reddedip yok saymak bu dokunmanın farklı yüzleri sadece. Benim sanat tarihinden seçtiğim ve müdahale ederek yeni bir diyalog zemini yarattığım resimler “ünlü” olmuş resimlerdir. Yani gerek sanatsal, gerekse de gündelik hayatımızla ilgili imgelemimizi manyetik çekimi altına alan resimlerdir bunlar.

Bir yandan deniz ve denizle yüzleşme, Deniz Gezmiş ve arkadaşlarının hikâyesi de sergide yer alıyor. Bunu sergini bütünüyle nasıl birleştiriyorsunuz? Onları günümüzden baktığınızda yakın tarihin içinde nasıl konumlandırıyorsunuz?

Önceki kişisel sergilerimde genellikle tek bir tema ve o temanın çevresinde dönen bir imgeler zinciri vardı. Ama bu sergide üç katmanlı bir imge dünyası var. Bunu daha çok içinde yaşadığımız gündemle/dönemle açıklayabilirim. Toplumsal olarak çok keskinleşmiş uçlara bölündüğümüz bir dönemdeyiz. Ve bu uçların her biri kendi içinde geçmişle ve bugünle hesaplaşma içinde. Kendimizi, bir gün içinde tarihsel bağlamı ve politik, kültürel bağlamı birbirinden farklı bir kaç olay üzerine düşünürken, tartışırken, üzülürken buluyoruz. Bütün ayrışmaların yanı sıra, bir o kadar da iç içe geçmiş bir olaylar dünyası bu.

Dolayısıyla bu sergiyi tek bir tema çevresinde döndürebilirdim, ama bunu yaparsam kendimi eksik kalmış hissedecektim. Dilimin ucuna gelmiş ya da boğazımda düğümlenmiş bir şeyleri anlatamamanın eksikliği olacaktı bu. Kuşkusuz hala da her şeyi anlatabilmiş değilim, başka bir sergiye kalan çok şey var.

Denizler konusuna gelince, haksızlığa uğrayan bir kişi sonsuza kadar adalet talebinde bulunur. Benzer olarak, bastırılmış olan her durum da sonsuza kadar geri dönme isteğini içinde barındırır demekle yetineceğim.

Sergi ve sizin sanatınızda birbirine bağlı bir olaylar dizisi ortaya çıkıyor. Siz bu olayları nasıl eşleştiriyorsunuz?

Gündelik siyasal gerilimler açısından bakıldığında, sözünü ettiğiniz olaylar dizisi bir araya gelmezmiş gibi görünebilir, ama sanat olup bitene biraz da gündelik olanın dışına çıkıp bakmayı gerektirir. Çıkarlar açısından değil de, sanatsal imgeler açısından baktığınızda bunlar aslına aynı türden imgelerdir. Yani, siyasal kodlar açısından bakıldığında farklılık olarak görünen şeyler, imgesel olarak aynı zeminde yer alır.

Sanatınıza yön veren ve sizi besleyen şeyler neler?

İlk yıllarda karşısında donup kaldığım, gözlerimi alamadığım bir yapıt, beni yönlendiren, bana yeni bir iş yapma gücü veren en temel motivasyondu. Ama daha sonra şöyle bir şeyin olduğu bir dönem de var: neden bir başka eser değil de “o”? Bence böyle bir soruya gelmek sanatçının kendisine ilişkin yönelimleri belirlemesi ve kendi problemini yakalaması açısından önemli bir dönüm noktası.

Ben sanatçının bir derdinin, bir probleminin olması gerektiğini düşünüyorum. Dert ya da problem denilen şey de bir mıknatıs gibi beslendiği görüntüleri kendisine çeker, kendisinde toplar.

Ankara’da yaşıyor ve çalışıyorsunuz. Yaşadığınız şehir üretiminizi nasıl etkiliyor?

Ankara’da yaşamak ve üretmekle ilgili sabit bir fikrim yok aslında. Dönem dönem değişiyor. Ama üretmek yaşadığımız şehirle ilgili olmaktan çok, üretme biçimiyle ilgili görünüyor bana. Çünkü bazen olduğumuz yerin ruhu bir şeyleri tetikliyor, bazen de başka bir yerin olanakları ve yaşantısı bir iş için temel ihtiyaç oluyor. O durumda kalkıp o yere gitmek gerekiyor. Bunların ötesinde internet mucizesiyle birlikte artık her yer biraz da aynı ve birbirine yakın. Ama kuşkusuz ilişkiler dinamiğinin belirlendiği bir merkez de hep var.

Hiç yorum yok: