29 Mayıs 2010 Cumartesi
26 Mayıs 2010 Çarşamba
Problemli Manzara@Cumhuriyet
Kaldırım taşları, kimisi yerinde, kimisi yerinden sökülmüş… Belki fırlatılmayı bekliyor belki de tamir edilmeyi… Hakan Kırdar’ın Outlet İhraç Fazlası Sanat Merkezi’ndeki “Problemli Manzara” sergisi, bize kente bakmayı öneriyor. Sözü edilen görmekle sınırlı bir bakma eylemi değil, siyasal, ekonomik, içsel bir algılama sürecinden bahsediyor Kırdar. Biz de Hakan Kırdar’la problemli manzaralar üzerine konuştuk… Oraya kadar gitmişken, Merkez’de onunla eşzamanlı gösterilen, Merve Şendil’in “Üç Şehrin Hikâyesi” sergisini de gezmeyi unutmayın.
- Sanatçılar genelde göze hoş gelen manzaraları yansıtırlar işlerine. Problemli manzaralar üzerine bir çalışma yapma fikri nasıl gelişti?
- Toplumda sanatla ilgili birçok klişe mevcut. Bu klişelerin başında da, manzara resminin hoşa gitmesi gerektiği yargısı geliyor. Benim derdim, hoşa gidecek manzaraları yeniden üretmekten çok, zaten gözümüzün önünde duran problemli manzaraları açığa çıkarmaktı. Serginin temeli aslında Batı’da çok zaman önce tartışmaya açılmış, Türkiye’de ise 80’den sonra konuşulan ancak hâlâ net karara bağlanamamış kamusal alan/kamusal mekân konusunu son derece yalın bir biçimde ele almaktı. Benim bu meseleye yaklaşımım, sokağın fiziksel dokusuna son derece yakından bakarak aslında o yakınlığın içerdiği problemleri görünür kılmaktı.
- Neler bu problemler? Kente bakmaya başlayınca ne gibi problemler gördünüz?
- Resimlere yansıyan problemleri mecazi olarak anlamlandırmayı tercih ediyorum. Bunları mikro ve makro ölçekte değerlendirebiliriz. Mikro ölçekte bakarsak, yollarımız ve kaldırımlarımız da güncel politik ortamımız gibi. Ya kaldırım taşları ustaca dizilmemiştir, kırık ve dağılmıştır, zemin çökmüştür, ızgaranın demiri eğrilmiştir, kopmuştur ya da bitmek bilmeyen bir yıkma-yeniden yapma sürecine şahit olursunuz. Bizde neden siyasi bir skandalda ya da seçim yenilgisinde Batılı politikacılar gibi normal yolla istifa eden kimse yok? Bu ikisinin birbiriyle son derece ilişkili olduğunu düşünüyorum. Makro ölçekte ise, bu problemlerin ülke ve medeniyetimiz adına bir sistem sorununa işaret ettiğini söyleyebilirim. Gelenek / modernleşme ve çağdaşlık Türkiye’nin Osmanlı’dan devraldığı, hâlâ önünde duran ve çözmeye çalıştığı en temel mesele. Bu yüzden, güçlü bir imge olduğu için serginin öznesi de, nesnesi de kent.
- Niye bize bu manzarayı göstermek için fotoğrafı değil de, gerçeğinden ayırt edilemeyecek bir resim anlayışını tercih ettiniz?
- Tercihim tamamen sanatsal dil ile ilgili. Fotoğraf daha nesnel bir dil. Oysa resmin halen öznel olduğunu ve resim yoluyla çok daha kişiye özel bir dil kurulduğunu düşünüyorum. Resmin biricikliği, gerçek anlamda kopyalanamaz olması da bir tercih sebebi benim için. Aslında resimlerimin fotoğrafik bir algıyı da kışkırttığını görebilirsiniz. Gerçekçi tarzı neden tercih ettiğime gelirsek, toplum olarak bu coğrafyadaki kültürlere ve yaşadığımız topraklara ilişkin sahiplenme, sahip olma ve aidiyet ilişkisi bağlamında bir problem yaşadığımıza inanıyorum. Yaşadığımız gerçeklikler ile gerçeklik algımız arasında bir kopukluk hissetmem, beni gerçekçi bir tarza yöneltmiş olabilir.
- Yere bakmak, biraz içe dönmeyi de getirir...
- Haklısınız. Mahcup olduğumuzda önümüze, yere bakarız. İçe kapanmak gibi. Serginin öznesi kent ise gizli öznesi de ben’imdir herhalde. Kentte dolaşırken, bir tür dışa açılırken aslında içime, içimize bakmaya, içe dönmeye çalıştım sanırım. Bir yandan da hayata dair temel sorunların cevaplarını aramaya devam ettim. Yolda yürürken, kaldırımlardan iner çıkarken dengemizi korumak için sık sık yere bakma gereksinimi duyarız. Bastığınız zemin, kaldırım taşları... Sonra kentin ızgara ve rögar kapaklarının altındaki göremediğiniz bir uzantısının olduğunu fark ediyorsunuz. Daha sonra öğrenilmiş bir edim olarak yere bakmaya devam ediyorsunuz. Bir farkındalık oluştuğu için de daha bir dikkatli bakıyorsunuz artık. Benim amacım bu doğal yollardan başlayıp gelişen deneyimi paylaşmak.
- Sokaklar ve kaldırım taşları, politik açıdan da önemli yapı taşlarıdır... Yaptığınız çalışmaların böyle çağrışımları da var mıydı sizin için?
- Tabii ki var. Sokaklar, Batı ve bizim gibi takip eden modernleşmelerde, kentsoylulaşma sürecinin bir sonucu olarak oldukça politize olmuştur. Bu yüzden sokak, kamusal bir mekân olarak bir bellek de sunmaktadır. 68’in ünlü sloganını hatırlayın: “Kaldırım taşlarının altında plaj var”. Kamuyu, kaldırım taşlarını sökmeye götürecek denli güçlü bir çağrıydı bu. Sokaklar, aynı zamanda, geçmişte ve bugün iktidar/vatandaş etkileşiminin en yoğun yaşandığı mekânlar. Kaldırım taşlarının silaha dönüştüğü sokak savaşları daha dün yaşanmış gibi belleklerimizde ve yarın bu savaşlar tekrar yaşanabilir. Sergide yerinden sökülmüş ve fırlatılmaya hazır kaldırım taşlarından oluşan bir resim serisi mevcut.
Esra AÇIKGÖZ
Cumhuriyet Dergi / 23.05.2010
22 Mayıs 2010 Cumartesi
20 Mayıs 2010 Perşembe
Starter Pack@ARTFORUM
ISTANBUL 05.19.10
Cathryn Drake
I THOUGHT ROME was the most beautiful city in the world, but then I saw Istanbul. The occasion was the highly anticipated inauguration on May 7 of the new Arter space, a showcase for the Vehbi Koç Foundation’s contemporary art collection and a platform for artistic production launched by scion Ömer Koç.
Located on the bustling pedestrian Istiklal Street, which runs from Galata Tower to Taksim Square, the foundation’s elegant historic building reflects the influence of the Koç family, owners of the largest conglomerate in the country as well as the first private cultural institution, Sadberk Hanim Museum. The private sector here has been the key to promoting contemporary artists: Siemens Sanat is sponsored by the eponymous conglomerate, Platform Garanti was initiated by the Garanti Bank, the Istanbul Modern was founded by pharmaceutical company Eczacibasi, and the Istanbul Biennial is currently being funded by Koç Holding.
On Wednesday I visited the Elgiz Museum of Contemporary Art, founded by developer Can Elgiz and his wife, Sevda, with a permanent collection that ranges from paintings by Fahrelnissa Zeid and her son, Nejad Devrim, to images stitched by Ramazan Bayrakoglu and Tracey Emin as well as Jan Fabre’s beetle-studded 1993 sculpture Wall of the Rise of Angels. Over lunch at a new designer mall nearby, surrounded by the company’s towers, Sevda informed me of Sotheby’s vice president Ali Can Ertug’s tragic death the day before. “The Turkish art world is in shock,” he said. “I don’t think Ömer will feel up to attending the Arter opening—they were very close friends.”
The next night was the inauguration of “Never Neutral,” curated by Mari Spirito and November Paynter at the Misir Apartments building, home of the Galerist and Nev galleries. Chris Marker’s timeless film montage Sans Soleil was projected in the darkened quasi-empty room, formerly the URA project space, across from a TV monitor playing Dara Birnbaum’s Cannon: Taking to the Streets, documenting political activism in the States. On the way to the exhibition I was detained on Istiklal by a mob with red flags protesting against the Greek bailout, which made the exhibition resonate all the more. The impetus behind the timely show, according to Spirito, was to exhibit artists that are repeatedly cited as influences by other artists. “I would like to contribute something here,” she added, “but it doesn’t make sense for me to do Turkish artists.”
At a cozy wood-paneled restaurant in the maze of little alleys nearby, there was a dinner in honor of René Block, curator of Arter’s inaugural exhibition, “Starter” and director of the organization’s Tanas project space in Berlin. In attendance was a gang of exuberant Kurdish artists along with Iraqi artist Mandana Moghaddam, artist Navid Nuur, curator Emre Baykal, and Outlet gallery’s Azra Tüzünoglu. Artist Vahap Avsar recounted why he decided to work in Istanbul again after fifteen years in New York, even though it meant serving a month in the military. “In the ’90s people were laughing at us conceptual artists—art was more decorative. Now it is so happening—it is like Istanbul is pregnant with something bigger to come.”
The next morning I toured “Starter” with Baykal and Melih Fereli, former director of the Istanbul Foundation for Culture and Arts, whose enthusiasm for and influence on the Turkish cultural scene seems boundless. The seamlessly curated survey of 160 works from the 1960s to the present, installed on five narrow floors connected by a dizzying spiral staircase, reflects the collection’s emphasis on Turkish and regional artists complemented by references to seminal international influences and antecedents. Highlights include Ahmet Ögüt’s video Things We Count, which slowly scans a parking lot filled with obsolete fighter jets while a hypnotic voice lists a seemingly endless series of numbers. On a floor featuring installations depicting the ephemeral from Fluxus to now, Fereli spontaneously started stroking Cevdet Erek’s Shore Scene Soundtrack carpet to evoke the sea.
The place was mobbed for the opening that evening, so I was happy to have seen the pristinely poetic show in solitude. At the entrance I bumped into Rodeo’s Lara Fresko, who gushed that it was “the first show I have seen in a long time about which I have absolutely no criticism.” Koç did make an appearance and was graciously fielding visitors. “I am not just saying this because of the situation,” Spirito said, “but for me the show is about disappearance and loss—and Stuart Sherman’s Suitcase holds it all together.”
Across the street, local expat Paynter was holding court over drinks on the roof terrace of the Borusan Foundation, which was feting its exhibition “Cosmic Latte,” curated by Suzanne Egeran. As we looked down on the Arter palace, and across the Bosphorus to the opposite shore, Turkish Vogue art director Iain Foxall commented, “Istanbul has never had anything as internationally important as this before.” Critic H.G. Masters added to the praise for Block, “Tanas consistently has the best shows in Berlin aside from the museums.” After the quiet official dinner party on the terrace of the Anatolian cultural institute, we all decamped to Urban, a trellised bar in an alley near the Galatasaray Hamami, after which the brave repaired to the Kiki Club for all-night dancing.
Saturday was the premiere of the new Rampa gallery, inaugurated with a survey of work by Cengiz Çekil, curated by Vasif Kortun. The immense open space was bursting with people and a mix of sculptural installations and collages, along with new and old video interviews with the artist at either end. Twelve ’70s Coke bottles outfitted as explosives in the installation Towards Childhood, Since Childhood had another meaning: Rampa assistant director Özkan Cangüven said he delivered them to the gallery while on a short vacation from New York—and got offered the job.
Later, Spirito and I dashed to the ferry for Koç’s summerhouse (a compound really, reportedly run by a staff of fifty-five), where a dinner party was in progress. We were greeted by Jenny Holzer’s red neon PROTECT ME FROM WHAT I WANT above the elevator, which opened to reveal seemingly everything Koç has: The place was packed with a mix of elegant Orientalist paintings and intimate portraits, grotesque sculptures by Patricia Piccinini, a profusion of Iznik ceramics—and, curiously, countless rhinoceroses. As we surveyed a wall covered with Egon Schiele paintings, dealer Nieck De Bruijn exclaimed, “This is hard-core!” But apparently that wasn’t all: There was also a model of the collector’s impressive winter residence.
At dinner I asked Koç if he knows how many rhinos he owns: “I have no idea—I love them. The artist who created Michael Caine for Madame Tussauds made the two hunting trophies on the wall.” When we then confessed that we had mistaken his uncanny Evan Penny busts for Ron Muecks, he explained, “I would love to own a Mueck, but I can’t afford him.” Above the couch hangs Taner Ceylan’s bloodied self-portrait Spiritual, which took $107,415 at Sotheby’s in 2009. Koç inherited the house and his passion for Islamic antiques from his aunt Sevgi Gönül, but on this occasion it was Ertug, whose friendship inspired his contemporary art collection, who was present both in spirit and in thought.
Located on the bustling pedestrian Istiklal Street, which runs from Galata Tower to Taksim Square, the foundation’s elegant historic building reflects the influence of the Koç family, owners of the largest conglomerate in the country as well as the first private cultural institution, Sadberk Hanim Museum. The private sector here has been the key to promoting contemporary artists: Siemens Sanat is sponsored by the eponymous conglomerate, Platform Garanti was initiated by the Garanti Bank, the Istanbul Modern was founded by pharmaceutical company Eczacibasi, and the Istanbul Biennial is currently being funded by Koç Holding.
On Wednesday I visited the Elgiz Museum of Contemporary Art, founded by developer Can Elgiz and his wife, Sevda, with a permanent collection that ranges from paintings by Fahrelnissa Zeid and her son, Nejad Devrim, to images stitched by Ramazan Bayrakoglu and Tracey Emin as well as Jan Fabre’s beetle-studded 1993 sculpture Wall of the Rise of Angels. Over lunch at a new designer mall nearby, surrounded by the company’s towers, Sevda informed me of Sotheby’s vice president Ali Can Ertug’s tragic death the day before. “The Turkish art world is in shock,” he said. “I don’t think Ömer will feel up to attending the Arter opening—they were very close friends.”
The next night was the inauguration of “Never Neutral,” curated by Mari Spirito and November Paynter at the Misir Apartments building, home of the Galerist and Nev galleries. Chris Marker’s timeless film montage Sans Soleil was projected in the darkened quasi-empty room, formerly the URA project space, across from a TV monitor playing Dara Birnbaum’s Cannon: Taking to the Streets, documenting political activism in the States. On the way to the exhibition I was detained on Istiklal by a mob with red flags protesting against the Greek bailout, which made the exhibition resonate all the more. The impetus behind the timely show, according to Spirito, was to exhibit artists that are repeatedly cited as influences by other artists. “I would like to contribute something here,” she added, “but it doesn’t make sense for me to do Turkish artists.”
At a cozy wood-paneled restaurant in the maze of little alleys nearby, there was a dinner in honor of René Block, curator of Arter’s inaugural exhibition, “Starter” and director of the organization’s Tanas project space in Berlin. In attendance was a gang of exuberant Kurdish artists along with Iraqi artist Mandana Moghaddam, artist Navid Nuur, curator Emre Baykal, and Outlet gallery’s Azra Tüzünoglu. Artist Vahap Avsar recounted why he decided to work in Istanbul again after fifteen years in New York, even though it meant serving a month in the military. “In the ’90s people were laughing at us conceptual artists—art was more decorative. Now it is so happening—it is like Istanbul is pregnant with something bigger to come.”
The next morning I toured “Starter” with Baykal and Melih Fereli, former director of the Istanbul Foundation for Culture and Arts, whose enthusiasm for and influence on the Turkish cultural scene seems boundless. The seamlessly curated survey of 160 works from the 1960s to the present, installed on five narrow floors connected by a dizzying spiral staircase, reflects the collection’s emphasis on Turkish and regional artists complemented by references to seminal international influences and antecedents. Highlights include Ahmet Ögüt’s video Things We Count, which slowly scans a parking lot filled with obsolete fighter jets while a hypnotic voice lists a seemingly endless series of numbers. On a floor featuring installations depicting the ephemeral from Fluxus to now, Fereli spontaneously started stroking Cevdet Erek’s Shore Scene Soundtrack carpet to evoke the sea.
The place was mobbed for the opening that evening, so I was happy to have seen the pristinely poetic show in solitude. At the entrance I bumped into Rodeo’s Lara Fresko, who gushed that it was “the first show I have seen in a long time about which I have absolutely no criticism.” Koç did make an appearance and was graciously fielding visitors. “I am not just saying this because of the situation,” Spirito said, “but for me the show is about disappearance and loss—and Stuart Sherman’s Suitcase holds it all together.”
Across the street, local expat Paynter was holding court over drinks on the roof terrace of the Borusan Foundation, which was feting its exhibition “Cosmic Latte,” curated by Suzanne Egeran. As we looked down on the Arter palace, and across the Bosphorus to the opposite shore, Turkish Vogue art director Iain Foxall commented, “Istanbul has never had anything as internationally important as this before.” Critic H.G. Masters added to the praise for Block, “Tanas consistently has the best shows in Berlin aside from the museums.” After the quiet official dinner party on the terrace of the Anatolian cultural institute, we all decamped to Urban, a trellised bar in an alley near the Galatasaray Hamami, after which the brave repaired to the Kiki Club for all-night dancing.
Saturday was the premiere of the new Rampa gallery, inaugurated with a survey of work by Cengiz Çekil, curated by Vasif Kortun. The immense open space was bursting with people and a mix of sculptural installations and collages, along with new and old video interviews with the artist at either end. Twelve ’70s Coke bottles outfitted as explosives in the installation Towards Childhood, Since Childhood had another meaning: Rampa assistant director Özkan Cangüven said he delivered them to the gallery while on a short vacation from New York—and got offered the job.
Later, Spirito and I dashed to the ferry for Koç’s summerhouse (a compound really, reportedly run by a staff of fifty-five), where a dinner party was in progress. We were greeted by Jenny Holzer’s red neon PROTECT ME FROM WHAT I WANT above the elevator, which opened to reveal seemingly everything Koç has: The place was packed with a mix of elegant Orientalist paintings and intimate portraits, grotesque sculptures by Patricia Piccinini, a profusion of Iznik ceramics—and, curiously, countless rhinoceroses. As we surveyed a wall covered with Egon Schiele paintings, dealer Nieck De Bruijn exclaimed, “This is hard-core!” But apparently that wasn’t all: There was also a model of the collector’s impressive winter residence.
At dinner I asked Koç if he knows how many rhinos he owns: “I have no idea—I love them. The artist who created Michael Caine for Madame Tussauds made the two hunting trophies on the wall.” When we then confessed that we had mistaken his uncanny Evan Penny busts for Ron Muecks, he explained, “I would love to own a Mueck, but I can’t afford him.” Above the couch hangs Taner Ceylan’s bloodied self-portrait Spiritual, which took $107,415 at Sotheby’s in 2009. Koç inherited the house and his passion for Islamic antiques from his aunt Sevgi Gönül, but on this occasion it was Ertug, whose friendship inspired his contemporary art collection, who was present both in spirit and in thought.
19 Mayıs 2010 Çarşamba
11 Mayıs 2010 Salı
Anneleri hayatta olanlara Annem ve Baudelaire//Gündüz Vassaf
Pek enderdir ama hepimize olur, bambaşka bir şey düşünürken gözünüzün önüne yılların derinliklerinden adını unutuğunuz tanıdık bir yüz gelir. Durup dururken oyuncaklarınızdan birini hatırlarsınız. Yıkılmış bir semtin görüntüsünde eski mahallenizin tanıdık seslerini duyar, çocukluğunuzun daracık çatı katı penceresine uzanabilmek için ayaklarınızın ucuna bastığınızın heyecanını hissedersiniz. Ve hiçbir şekilde çözemezsiniz hangi çağrışımın sizi birdenbire bu kadar geriye, belleğinizin rahminin sıcacık derinliklerine yolladığını.
Baudelaire, ‘Kötülük Çiçekleri’nde (Le Fleur de Mal), “Renkler, sesler ve kokular çağırışırlar orada” der. Renkler ve sesler tamam da, belleğimizin seçiciliğinde kokuları ne denli yok ettiğimiz aklımdan geçiverdi, annem geçen hafta öldüğünde. Annemin son günlerinde bir daha duyamayacağımı bilerek teninin kokusunu doyasıya koklamaya çalışıyordum.
Oysa albümler dolusu fotoğrafları, yüzerken, kar kürelerken, beni kucağında taşırken filmleri, bandlarda hayatını anlatan sesi, torunlarından da öteye var olacak. Bunları mümkün kılan teknolojiyi geliştiren türümüz, buluşlarını beyinindeki cerebral cortex’in evrimine borçlu.
Baudelaire’in renklerin ve seslerin birbirlerini çağrıştırdığı beynimizdeki yeri türümüzün evrim sürecinde nispeten yeni. Beynimizin daha eski ve en büyük kısmı koku almakla ilgili.
Ne var ki türümüz geliştikçe kokunun önemi azalmış. Kokumuza yabancılaşmışız. Vücutlarımız kokmasın diye yıkanmamız, çağdaş kültürün yeni adetlerinden biri. Et yiyoruz, kasabın kokusuna tahammülümüz yok. Sevişiyoruz, tenimizin kokusunu laboratuvarlarda imal edilmiş parfümlerle gizleyerek.
İnsanın modernleşmesi, bir anlamda da kokuları, koklamayı yok etmesinin, kokunun sansürlenmesinin tarihi.
Sanat da tarihin bir parçası olarak bu kervana katılmış.
Sesleri müziğe, görüntüleri plastik sanatların çeşitli dallarına dönüştürmüşüz. Damağımıza hitab eden lezzetleri yaratanlar var. Sanata dönüşmemiş de olsa, dokunma hazzı sevişme estetiğinin parçası.
Koku sanatın sürgününde.
Oysa yaratıcılıklarını parfüm kokularının buluşlarına vakfeden insanlar asırlardır bu maceralarını sürdürüyor. Bir ‘fıs fıs’la kullanılmış otomobillerin yepyeni kokabilmesini sağlayabiliyoruz. Teknoloji kokuların saklanmasını mümkün kılıyor.
Neden sanatçının yarattığı kokulardan, ya da bildik kokuların yeni kompozisyonlarından oluşan sergiler olmasın? Neden kokular, senfoni orkestrasının seslerinin beynimizde algılanmasının benzer serüvenini yaşatmasın?
Neden bütün duyularımız yeni bir sanatta buluşmasın?
Günün birinde belki kokular da sarmalar annelerimizin renk ve seslerinin çarıştırdığı geçmişimizi.
*18 Ekim, 1998
Baudelaire, ‘Kötülük Çiçekleri’nde (Le Fleur de Mal), “Renkler, sesler ve kokular çağırışırlar orada” der. Renkler ve sesler tamam da, belleğimizin seçiciliğinde kokuları ne denli yok ettiğimiz aklımdan geçiverdi, annem geçen hafta öldüğünde. Annemin son günlerinde bir daha duyamayacağımı bilerek teninin kokusunu doyasıya koklamaya çalışıyordum.
Oysa albümler dolusu fotoğrafları, yüzerken, kar kürelerken, beni kucağında taşırken filmleri, bandlarda hayatını anlatan sesi, torunlarından da öteye var olacak. Bunları mümkün kılan teknolojiyi geliştiren türümüz, buluşlarını beyinindeki cerebral cortex’in evrimine borçlu.
Baudelaire’in renklerin ve seslerin birbirlerini çağrıştırdığı beynimizdeki yeri türümüzün evrim sürecinde nispeten yeni. Beynimizin daha eski ve en büyük kısmı koku almakla ilgili.
Ne var ki türümüz geliştikçe kokunun önemi azalmış. Kokumuza yabancılaşmışız. Vücutlarımız kokmasın diye yıkanmamız, çağdaş kültürün yeni adetlerinden biri. Et yiyoruz, kasabın kokusuna tahammülümüz yok. Sevişiyoruz, tenimizin kokusunu laboratuvarlarda imal edilmiş parfümlerle gizleyerek.
İnsanın modernleşmesi, bir anlamda da kokuları, koklamayı yok etmesinin, kokunun sansürlenmesinin tarihi.
Sanat da tarihin bir parçası olarak bu kervana katılmış.
Sesleri müziğe, görüntüleri plastik sanatların çeşitli dallarına dönüştürmüşüz. Damağımıza hitab eden lezzetleri yaratanlar var. Sanata dönüşmemiş de olsa, dokunma hazzı sevişme estetiğinin parçası.
Koku sanatın sürgününde.
Oysa yaratıcılıklarını parfüm kokularının buluşlarına vakfeden insanlar asırlardır bu maceralarını sürdürüyor. Bir ‘fıs fıs’la kullanılmış otomobillerin yepyeni kokabilmesini sağlayabiliyoruz. Teknoloji kokuların saklanmasını mümkün kılıyor.
Neden sanatçının yarattığı kokulardan, ya da bildik kokuların yeni kompozisyonlarından oluşan sergiler olmasın? Neden kokular, senfoni orkestrasının seslerinin beynimizde algılanmasının benzer serüvenini yaşatmasın?
Neden bütün duyularımız yeni bir sanatta buluşmasın?
Günün birinde belki kokular da sarmalar annelerimizin renk ve seslerinin çarıştırdığı geçmişimizi.
*18 Ekim, 1998
Kokunun peşinde ince bir seyir@Zaman
Çoktandır eskiyen bir hatıranın elinden tutup önünüze koyuvermek için zihninizin kuytu, karanlık yollarından geçmeniz gerekebilir. Bazen bu çekip çıkarma işini burnunuza kadar gelen belli belirsiz bir koku rahatlıkla yapabilir.
Çoğu zaman insanı hatırlanması zor bir anın eşiğine bırakıp giden kokunun hafızayla bu derin göbek bağını tanımlamanın güçlüğü aşikar.
Outlet/İhraç Fazlası Sanat Galerisi'nde sanatçı Melis Ağazat'ın 'Bir Yaz Günü Öğleden Sonra' adlı sergisi, bu koku-hafıza ikilisini ete kemiğe büründürüyor. Serginin adı, içeriğini ele verirken galeriye girer girmez bir yağ damlası gibi üzerinize yayılan incir, çimen ve toprakla karışık bir koku karşılıyor sizi. Kokuyu takip ettiğinizde ise iki katlı galerinin hemen girişinde bir başka 'seyir' çıkıyor önünüze. İzmir'de yaşayan sanatçı Tufan Baltalar'ın son dönem çalışmalarından oluşan 'Seyir Terası' isimli sergi, resimden seramiğe, kâğıt objelerden kitaba kadar pek çok farklı malzemeyle yapılmış çalışmaları sanatseverlere sunuyor. Kısacası bir girişle, iki sergiyi gözünden vuruyorsunuz.
J. P. Sartre, "Bulantı" adlı romanında nesnelerle bağlantı kurmanın onu korkuttuğundan söz eder. Ona göre nesneler sadece cansızdır, dokunulmayı bekler. Her iki sergide yer alan işler, bunun aksine işliyor. Nesneler izleyiciyi bir ucundan kapıp dokunuyor, kendine çekiyor. Etrafınızı çepeçevre saran koku, galerinin dört bir yanına yerleştirilmiş heykeller bir parçanın bütününü tamamlamak için peşinizde dolanıp duruyor.
Bir nevi koku sergisi: İncir, çimen ve toprak
Tufan Baltalar'ın bir koleksiyoneri andıran irili ufaklı işleri, izleyiciyi bir seyir terasına davet ediyor. Sanatçının bir taş ustası gibi ördüğü yollar içinde tamamlanmamışlık ve parçalanmışlığın izleri var. Yolculuk bir ormana kadar uzanıyor ve orada kurulan bir terasta hikâye parça parça tamamlanıyor. Kurgu kendini örüyor. Sandalyeler, su yatakları, ağaçlar hep birlikte olgulaşacak bir düşün peşinde. Tufan Baltalar, sonuca odaklanmaktansa, ona giden yoldaki işaretleri göstermekten yana. Sanatçının küçük küçük çizimlerle başlattığı seyir, giderek terasa uzanıyor. Bu yürüyüş basit, kolay bulunacak malzemelerle kendi kalıplarına uygun dokular, biçimlerle ortaya çıkıyor. Baltalar, genelde kendi yüzünü ve bedenini üretimine katarak yol alıyor.
Koku ve hafıza ile ilgilenen Melis Ağazat, video, porselen ve kokulardan oluşan enstalasyonu ile çocukluğunda adada yaşadığı bir yaz günü öğleden sonrasına götürüyor ziyaretçilerini. Sanatçı, mekânı o günü yeniden yaşamak için kullanırken koku, bir bulut gibi üzerinizi kaplıyor. Zira incir, çimen ve toprağın hallenişinin nasıl bir hatıraya götüreceğini kavramak zor. Galerinin alt katında karanlığın içinden yayılan koku yükselip seramikten yapılmış 'Unutamıyorum' yazısına çarpıyor. Nostaljiye bulaşmadan daha kişisel bir estetik oluşturmaya çalıştığını söyleyen Melis Ağazat, "Herkesi o kokuyla baş başa bırakarak kendi belleklerinde yolculuğa davet ediyorum. O an izleyicinin kendi süresiyle (hatırladıkları, unuttukları, çağrışımları) mekânla ve kokuyla sadeleşmesini hayal ediyorum." diyor.
Her iki sergi de 15 Mayıs'a kadar Outlet'te görülebilir. Hazır Tophane'ye yolunuzu düşürmüşken Kadiriler Yokuşu'nda ziyaret edilmeyi bekleyen diğer sanat galerilerine de uğrayın. Zira Tophane artık pek çok galerinin faaliyet alanına dönmüş durumda. (0212 245 55 05) ZAMAN
MUSA İĞREK
10 Mayıs 2010, Pazartesi
J. P. Sartre, "Bulantı" adlı romanında nesnelerle bağlantı kurmanın onu korkuttuğundan söz eder. Ona göre nesneler sadece cansızdır, dokunulmayı bekler. Her iki sergide yer alan işler, bunun aksine işliyor. Nesneler izleyiciyi bir ucundan kapıp dokunuyor, kendine çekiyor. Etrafınızı çepeçevre saran koku, galerinin dört bir yanına yerleştirilmiş heykeller bir parçanın bütününü tamamlamak için peşinizde dolanıp duruyor.
Bir nevi koku sergisi: İncir, çimen ve toprak
Tufan Baltalar'ın bir koleksiyoneri andıran irili ufaklı işleri, izleyiciyi bir seyir terasına davet ediyor. Sanatçının bir taş ustası gibi ördüğü yollar içinde tamamlanmamışlık ve parçalanmışlığın izleri var. Yolculuk bir ormana kadar uzanıyor ve orada kurulan bir terasta hikâye parça parça tamamlanıyor. Kurgu kendini örüyor. Sandalyeler, su yatakları, ağaçlar hep birlikte olgulaşacak bir düşün peşinde. Tufan Baltalar, sonuca odaklanmaktansa, ona giden yoldaki işaretleri göstermekten yana. Sanatçının küçük küçük çizimlerle başlattığı seyir, giderek terasa uzanıyor. Bu yürüyüş basit, kolay bulunacak malzemelerle kendi kalıplarına uygun dokular, biçimlerle ortaya çıkıyor. Baltalar, genelde kendi yüzünü ve bedenini üretimine katarak yol alıyor.
Koku ve hafıza ile ilgilenen Melis Ağazat, video, porselen ve kokulardan oluşan enstalasyonu ile çocukluğunda adada yaşadığı bir yaz günü öğleden sonrasına götürüyor ziyaretçilerini. Sanatçı, mekânı o günü yeniden yaşamak için kullanırken koku, bir bulut gibi üzerinizi kaplıyor. Zira incir, çimen ve toprağın hallenişinin nasıl bir hatıraya götüreceğini kavramak zor. Galerinin alt katında karanlığın içinden yayılan koku yükselip seramikten yapılmış 'Unutamıyorum' yazısına çarpıyor. Nostaljiye bulaşmadan daha kişisel bir estetik oluşturmaya çalıştığını söyleyen Melis Ağazat, "Herkesi o kokuyla baş başa bırakarak kendi belleklerinde yolculuğa davet ediyorum. O an izleyicinin kendi süresiyle (hatırladıkları, unuttukları, çağrışımları) mekânla ve kokuyla sadeleşmesini hayal ediyorum." diyor.
Her iki sergi de 15 Mayıs'a kadar Outlet'te görülebilir. Hazır Tophane'ye yolunuzu düşürmüşken Kadiriler Yokuşu'nda ziyaret edilmeyi bekleyen diğer sanat galerilerine de uğrayın. Zira Tophane artık pek çok galerinin faaliyet alanına dönmüş durumda. (0212 245 55 05) ZAMAN
MUSA İĞREK
10 Mayıs 2010, Pazartesi
7 Mayıs 2010 Cuma
2 Mayıs 2010 Pazar
Bu pazar sanat turuna çıkın@Milliyet Pazar
Yasemin Bay
Geç saatlere kadar çalışanlardansanız hafta içi sergileri görmekte zorlanıyorsunuzdur. Malum pazar günleri de galeriler kapalı; dolayısıyla cumartesileri çalışanlardansanız yine böyle bir şansınız olmuyordur. Outlet İhraç Fazlası Sanat’ın yöneticisi Azra Tüzünoğlu ile
Pi Artworks’ün yöneticisi Yeşim Turanlı baş başa verip iş yoğunluğu nedeniyle sergileri göremeyen sanat meraklıları için muhteşem bir sanat turu ortaya çıkardılar. İlki geçtiğimiz ay gerçekleştirilen Tophane ArtWalk adlı proje kapsamında, Galata’dan başlayarak Tophane’ye kadar inen hat üzerinde bulunan yedi galeri kapılarını bu pazar 12.00-18.00 arasında açık tutuyor.
Biz pazar günümüzü Tophane ArtWalk ile değerlendirelim istedik. Azra Tüzünoğlu ile çağdaş sanatçıların ve sanatseverlerin buluşma noktası olan Urban’da buluştuk. Son hazırlıklarımızı yaparken bir de baktık ki Burhan Doğançay orada! Türkiye’nin en pahalı çağdaş sanat eseri “Mavi Senfoni”nin yaratıcısı, oradaki duvar resimlerinin fotoğraflarını çekiyordu. Doğançay ile kısa bir konuşmanın ardından yola koyulma vakti!
Mükellef pazar kahvaltınızı edip Tophane ArtWalk’a çıkmadan, kitapevleri ya da galerilerden ücretsiz edinebileceğiniz haritanızı alın. Bu haritada, projeye katılan galeriler işaretli. Haritanın arka sayfasında ise galerilerdeki sergileri görebilirsiniz.
Apel’de üç sergi var
Galatasaray Lisesi’nin yanından aşağıya indiğinizde Hayriye Caddesi’ndeki Apel’de üç ayrı sergi var. Girişte, Bahadır Yıldız’ın geçen ay ana katta izlenen sergisinin bir özeti yer alıyor; bu Apel’in her zamanki uygulaması. Ana kat Can Göknil’in “Kitap-Evi” sergisine ayrılmış. Kitaplara düşkünseniz bu eğlenceli, şıkır şıkır sergiyi çok beğeneceksiniz.
Apel 5/2’de ise Mürüvvet Türkyılmaz’ın sergisi yer alıyor. Tesadüf bu ya, sanatçı da burada! Türkyılmaz “Kayıtsız Coğrafyalar” adlı sergideki işlerini alçıpanla oluşturulan duvarlar üzerine üretiyor. “Düşünce Korkusu” adlı yerleştirmesi ise mutlaka görülmeli. Sanatçı deniz kenarı, dağ evleri vb. manzaraların yer aldığı gece lambalarını kullanmış bu işinde: “Gece lambalarındaki o görüntülerin yerine bugüne kadar düşüncelerinden dolayı suçlanan, öldürülen, hapsedilen kişilerin portrelerini koydum” diyor. Orhan Pamuk’tan Ahmet Kaya’ya, Yılmaz Güney’den Türkan Saylan’a, Che’ye kadar pek çok isimle karşılaşıyoruz bu eserde. Giderek çoğalacak bu iş; çünkü sanatçının koyacağı isim listesine ziyaretçiler isterlerse yeni isimler ekleyecek.
Huzur veren iki sergi
Şimdiki durağımız Pi Artworks. Bu galerinin her iki şubesinde de Mustafa Horasan’ın eserleri sergileniyor. İlkinde sanatçının heykelleri yer alıyor; daha galeriye girmeden vitrinde biriyle karşılaşıyorsunuz. Horasan ilk kez heykellerini sunuyor bu sergiyle.
Sırada Outlet var. Mekana girer girmez büyüleyici bir kokuyla karşılaşıyorsunuz. Bu koku Melis Ağazat’ın galerinin alt katında yer alan sergisi için, Ağazat’ın tarifiyle Gül Çiçek Fabrikası tarafından özel olarak üretildi. Bir makineden 10 dakikada bir içeriye sıkılıyor.
Outlet’in girişinde ise Tufan Baltalar’ın “Seyir Terası” adlı sergisi var. Baltalar kendi üretimi olan tuvallerin üzerindeki desenleriyle, sadece kağıt, tutkal ve boya kullanarak yarattığı heykelleriyle adeta bir “seyir terası” yaratıyor.
İzleyiciye huzur veren, görsel bir şölen sunan iki sergi bunlar...
Endüstri Devrimi bitti!
Outlet’in kokusunu ardımızda bırakıyoruz. Şimdi geldik Pi Artworks’ün ikinci mekanına. Mavi Bahar’dan çıktığınızda hemen yokuşun başında göreceksiniz galeriyi.
Mustafa Horasan bu galeride sadece bir heykelini sergiliyor; serginin geri kalanı resimlerinden oluşuyor. Horasan çocukluktan başlayarak karşılaştığımız travmalar, gelenekler, ahlak değerleri, din öğretileri, kanunlar ve tüketim yönlendirmelerini ele alıyor. Bu işler Horasan’ın önümüzdeki ay yine Pi Artworks’te açılacak yeni sergisinin habercileri aynı zamanda.
Horasan’ın etkileyici resimlerinden sonra sıra Boğazkesen’deki Galeri Non’da. “Endüstri Devrimi Bitti. Biz Kazandık” sergisiyle Esat Başak konuk Galeri Non’a.
Adı gibi çarpıcı, ironik, sarsıcı bir sergi. Kurmalı oyuncaklar, gözlüklü böcekler, yani genetiği değiştirilmiş oyuncaklara rastlıyorsunuz. Bir de Başak’ın defterinin sayfalarından yapılan seçkilere. Her biri eğlenceli, düşündüren, sorgulatan imajlar.
Kent kültürü “Açık Şehir” sergisinde
Non’u ardımızda bırakıp muhteşem bir manav dükkanının önünden Tophane meydanına iniyoruz. Meydanın sağından ilerlediğinizde Rodeo ile karşılaşıyoruz. Burada iki sanatçı karşımıza çıkıyor: Can Altay ve Iman Issa. Duvarlarda Issa’nın 2009 tarihli “Triptik” serisi yer alıyor. Bunlar sanatçının üç ayrı eseri bir araya getirerek oluşturduğu çalışmaları: Issa’nın seyahatlerde çektiği fotoğraflar, o fotoğraflardan yola çıkarak stüdyoda kurguladığı fotoğraflar ve bunları tamamlayan parçalar.
Galerinin ortasında ise Can Altay’ın yerleştirmesi duruyor. Üstünün bir kısmı ayna kaplı bu yerleştirmede, sesin titreşimiyle hoparlörün üzerindeki kumlar harekete geçiyor.
Rodeo’dan çıkıp üst kata yani Depo’ya giriyoruz. Burada da yine Can Altay’ın imzasını taşıyan fakat bu defa eser sahibi değil; küratörü olduğu “Açık Şehir” sergisi var. Uluslararası Rotterdam Mimarlık Bienali’nin bir uzantısı olan, mimarlığı ve kent kültürünü temel alan sergi geniş bir alana yayılıyor.
Turunuzu İstanbul Modern’deki “Gelenekten Çağdaşa” sergisiyle bitirmenizi öneririz.
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)